Thursday, January 8, 2009

Mahalle araştırması ne anlatıyor?

RADİKAL 2 / 04/01/2009
Binnaz Toprak ve arkadaşlarının yürüttükleri araştırmanın sonuçları üzerine yapılan tartışmalar nedeniyle meşhur “mahalle baskısı” kavramı yeniden gündeme oturdu. Lakin araştırmanın sonuçlarını tartışmadan önce bu kavramı daha önce kullanmış olan Şerif Mardin’in ne anlatmak istediğini iyi kavramak gerekir. Zira Mardin, mahalle baskısının kökeninde neyin yattığını anlatmaya çalışıp Avrupa’da aydınlanma sürecinden itibaren birçok felsefeci ve bilim insanının “iyi” ve “doğru”nun ne olduğuna ilişkin fikirler ürettiğini, toplumun inşasında bu fikirlerin iş gördüğünü, oysa Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu sürecinde bu türden tartışmaların yaşanmadığını ileri sürmüştü. Bu durumda da mahalle ve onun baskı araçları, yani iyi ve doğruya ilişkin “akıl” aracılığıyla oluşturulmuş “evrensel ilkeler”den öte İslami düşünce ve yaşam biçimi öne çıkıyordu. Şerif Mardin bu türden bir yaşam biçiminin “sivil toplum”da, yani mahallede/sokakta bir baskı aracı olarak iş görebileceği uyarısında bulunmuştu.
Ancak mahalle baskısı, sadece dinsel muhafazakârlıkla sınırlandırılabilen bir toplumsal kontrol mekanizması olmayıp başka biçimlerde de karşımıza çıkan bir olgu. Zira milliyetçilik, laiklik, mezhepçilik gibi nedenlerle de baskılar oluşuyor/oluşabilir. En basitinden birkaç örnek vermek gerekirse, diyelim resmi bayramlarda evinizin balkonuna bayrak asmadığınızda ya da İstiklal Marşı için saygı duruşuna geçmediğinizde de bir baskıyla karşılaşabilirsiniz. Aslında bu türden kontrol mekanizmaları toplumda her zaman vardır, ancak burada önemli olan bunun bir “baskı” mekanizmasına dönüşmüş olmasıdır. Elbette ki bu baskının derecesi ve biçimi farklılık gösterir ki, Binnaz Toprak ve arkadaşlarının çalışması bunun en güzel örneklerini veriyor. Ne var ki omurilik soğanından düşünmeyi tercih edenler her zaman olduğu gibi önce savunmaya geçip bu araştırmanın bilimsel olmadığını iddia ettiler. Bu yetmedi, muhafazakâr kesimden gelen bir mahalle baskısının aslında olmadığını ispata çalışıp işi, araştırmada görüşülen kişilerle tekrar görüşmeye kadar vardırdılar. Bu da pek tutmayınca bu sefer de laik kesimin baskısına ilişkin örnekler sıralamaya yeltendiler. Oysa Toprak ve arkadaşlarının araştırması “kimin baskısı daha fazla” ya da “bu da laik mahalle baskısı araştırması” türünden cahilane sabuklamalarla, adeta bir yarışa indirgenecek bir mesele olmayıp daha önemli sonuçlara işaret ediyor. Bu nedenle, laik kesim mi, yoksa İslami kesim mi daha fazla baskı uyguluyor yarışını bir tarafa bırakıp var olan araştırmayı, toplumda neler olup bittiğini anlamaya yönelik bir araç olarak kullanmak gerekir.
1. Bu araştırmanın ortaya çıkardığı noktalardan biri, “devlet küçülsün sivil toplum büyüsün, o zaman demokrasi gelişir” liberal söyleminin baştan aşağıya çöktüğünü göstermesidir. Zira sivil toplum, devlet hiçbir şeye şu ya da bu biçimde müdahale etmediğinde kendiliğinden demokratik olacak değil. Kaldı ki, devletin küçülmesiyle toplumun demokratikleşmesi arasında zorunlu bir bağ yoktur. Elbette ki buradan devlet her şeye müdahale etsin anlamı çıkmaz, sadece demokratikleşmenin devletin küçülmesiyle değil yerleştirmiş olduğu siyasal kültürle ilgili olduğu, siyasal kültürün de bireysel eylemi şekillendirdiği anlamı çıkar. Elbette ki devlet baskısı başka, mahalle baskısı başka şeyler, ancak bu ikisi sık sık birbirleriyle örtüşüyor, zira devletin aldığı ideolojik tutuma göre mahalle baskısı da şekilleniyor. Hatta bu mahalle baskısı öyle bir hale gelebilir ki, devlet ya da varolan hükümet de bu havaya boyun eğmek durumunda kalabilir, ki bu, Gramsci’nin bahsettigi anlamda sivil toplumun ele geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bu durumda devlet küçüldükçe değil, olsa olsa demokratikleştikçe sivil toplum da demokratikleşebiliyor.

Cemaat-birey
2. Araştırmanın gösterdiği belki de en önemli sonuç, toplumun “cemaat” yaşamından “bireysel” yaşama bir türlü geçememiş olmasıdır ki, aslında Şerif Mardin’in belki de anlatmak istediği tam da budur. Zira cemaat, olsa olsa bir türlü birey olarak kendisini ortaya koymayan/koyamayan insan için bir kurtuluş kapısıdır. Yıllardır etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel vb. kimliklerin, insanları tanımlamada giderek daha fazla önplana çıkar hale gelmesi; insanın kendisini yeniden keşfetmesi, insanın kendi özünü bulması olarak sunulurken, bunun ister istemez kültürel kimlikler konusunda bir fanatikliği teşvik edeceği her zaman gözden kaçırıldı. “İnsan ne olursa olsun ama bir kimlikten ibaret olsun” anlayışının sonucu budur. Dolayısıyla “bireyselliği” değil de kültürel kimlik inşası temelinde oluşturulmuş aidiyetleri kutsayarak “cemaati”, “ben”i değil de “biz”i pohpohlayan yaklaşımlar için şenlik şimdi başladı ve bu türden mahalle baskılarına hayıflanıyorlarsa, aradaki bağlantıyı kuramadıklarındandır, yoksa eşitlikçi ya da özgürlükçü olduklarından değil.
3. Diğer taraftan, yukarıdaki meseleyle bağlantılı olarak her türlü rasyonel evrensel ilkenin reddi kutsandı, bunun yerine farklılıklara saygı duyulması önerildi. Lakin, örneğin demokrasi dediğimiz şey eşitlik, özgürlük, adalet gibi birtakım evrensel akıl ilkeleri olmaksızın savunulamazdı, öyle de oldu. Zira Mardin’in dediği gibi Avrupa bu tür kavramları çok uzun yıllar tartışmış ve evrensel rasyonel ilkeler olarak topluma sunmuştu. Tam da bunun tersine birtakım postmodernistler, evrensellik anlayışının yıkılmasıyla farklılığın öne çıkarılmasından demokrasi çıkacağını zannetti. Oysa bu tür bir postmodernist farklılık söylemi, herhangi bir sosyal, politik ve etik sistemi savunabilmek için hiçbir temel sağlamıyordu, çünkü evrensellik baştan reddedilmişti, dolayısıyla tutarlı ve bütünlüklü bir politika üretmek olanaklı olmadı. Böylece tekil kültürler çokkültürlü çoğulculuk piyasasında nötrleşmeye ve kutuplaşmaya başladı. Bu da elbette ki mahalle baskısının ta kendisiydi.
Toplumsal ilişkileri, ekonomiyi, politikayı sınıf mücadelesi çerçevesinde anlamaya çalışmamanın ve sivil toplumu sınıf mücadelesinin alanı olarak görmeyip bir tür “devlet-toplum”, “merkez-çevre” dikotomisi içerisinde ele alarak, her şeyi cemaat ilişkileriyle, kimliklerle, kültürle analiz etmeye çalışan yorumların, kendisini yeniden gözden geçirmeye ihtiyacı var. Ne diyelim? Yukarıda söylenenleri boş verelim, ne de olsa “demokrasi yönünde ilerliyoruz”(!) ya da Baskın Oran’ın sürekli vurguladığını hatırlayalım: “Türkiye çok iyiye gidiyor canım”(!)

MUSTAFA KEMAL COŞKUN: DTCF, Sosyoloji Bölümü

No comments: