Taken from "Radikal" on September 7, 2009
Altan Oymen
Başbakan Tayyip Erdoğan, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yeniden Melih Gökçek’i aday göstermek niyetindeymiş... Bunu, Ankara’daki bir toplantıda, Gökçek överek belli etmiş...
İstanbul’da ise durum belli değilmiş. Başbakan, Kadir Topbaş’ın yaptıklarını öven bir şeyler söylememiş. Bu, Erdoğan’ın İstanbul’daki AKP adayını değiştirebileceğinin işareti sayılabilirmiş.
Bunlar, basına önümüzdeki yerel seçimlerle ilgili olarak yansıyan yorumlardan...
***
Yerel seçimler, malum, 29 Mart 2009 günü yapılacak. Yani, yaklaşık altı buçuk ay sonra... O gün, her ilin il genel meclisi üyelerini, her mahallenin ve köyün muhtarları ile birlikte, her şehrin ve beldenin belediye başkanlarını seçeceğiz.
Gelişmiş demokratik ülkelerde yerel seçimler, özellikle de belediye başkanları seçimi, genel seçim kadar önemli sayılır.
Aslında bizde de öyle sayılmalıdır. Hele, belediyelerin mali imkânları ile yasal yetkileri genişletildikten sonra, belediyelerin görev alanlarında oturan vatandaşlara verebileceği hizmetler artmış ve çeşitlenmiştir.
Ayrıca, belediye başkanlarının genel siyaset üzerindeki etkileri de artmıştır. Hatta bugünkü örneğe bakarak bundan sonrası için de, başbakan olmanın en kestirme yolunun belediye başkanlığından geçtiğini düşünenler vardır.
***
Evet, başta belediye seçimi olmak üzere yerel seçimler önemli. Fakat, o seçimlerle ilgili gelişmeler, kamuoyunu ne ölçüde ilgilendiriyor?
Başbakan’ın o konuyla bizzat ilgilendiği anlaşılıyor. Seçim hedeflerinin bazısını belirlemiş. Örgütüne talimat vermiş. Şimdiki başkanları AKP’li olan belediyelere ek olarak, İzmir gibi, Ankara’nın Çankaya’sı gibi, bugün CHP’li başkanların yönettiği belediyeleri de ‘istiyor’muş.
Ayrıca Güneydoğu’da DTP’li başkanların yönetimindeki belediyelerin de ‘AKP’li’ hale geleceğine inanıyormuş.
Başbakan’ın hedefleri ilginç. Bu sayfadaki haritada görülüyor, şu sırada AKP’li başkanlarla yönetilen il merkezi belediyeleri sayısı 58. Eğer önümüzdeki seçimde o illeri muhafaza edip onlara yenilerini eklerse, ülkedeki yerel yönetim dengesindeki ağırlığı daha da artar.
Ayrıca, belediye seçimi yanında il genel meclisi seçiminde de iyi sonuç alırsa, 29 Mart gününü yeni bir ‘zafer günü’ olarak ilan eder.
Tabii, bunda da haklı olur. Muhalefet partilerine AKP’yi, o ‘zafer’i için kutlamak düşer.
Ama bu, muhalefet partileri için bir kader midir? Bu durum değiştirilemez mi?..
Kamuoyunun bir bölümünde, sanki o durum değişmezmiş gibi kaderci bir hava var.
AKP dışındaki partiler de, o havayı değiştirecek bir faaliyet içinde değiller. Belki bazı çalışmalar yapıyorlardır ama, bunlar pek fark edilmiyor.
***
Bunun genel bir nedeni var: Ülkemizde, siyasi partilerin, genel seçimler gibi yerel seçimlerde de gösterecekleri adayların seçim usulü, zaman içinde çok değişti. Demokrat ülkelerdeki örneklerinden hiçbirine benzemez bir hale geldi.
Artık adayların tümü merkezden seçiliyor. ‘Merkez’den denilirken, çoğu, genel başkan veya çok yakın çevresince belirleniyor.
Bu da adaylar arasındaki bir tanıtım yarışını engelliyor. Aday seçimine katılımın getireceği dinamizmi ortadan kaldırıyor.
Başka demokratik ülkelerle aramızdaki demokrasi uygulaması farkı asıl bu noktada belli oluyor. ABD’deki ve Avrupa’nın birçok yerindeki çeşitli seçimlerin her birinin aday seçme süreci aylar boyunca bayram havası içinde sürüp giderken, o iş bizde tam bir ‘sükûnet’ içinde geçiyor.
Muhalefet partilerinin, bu durumu, şimdiye kadar çoktan değiştirmesi, demokrasimizin ilk yıllarında bile var olan ‘ön seçim’ veya ‘aday yoklaması’ usullerine geçmesi gerekirdi. Bu olmadı.
Bu olmasa bile, üyelerini ve genel olarak seçmenleri, yerel seçime çok daha önceden hazırlamak için, gene de bir şeyler yapmaları gerekirdi... Demokratik öğeleri olan bir şeyler.
Özellikle büyükşehirlerin tek tek ilçelerinde, partililerin ve sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla toplantılar düzenlemeleri... Semt semt detaylara inen projeler üzerinde halkın görüşlerini saptamaları... Bunlardan şehircilik hedefleri oluşturmaları... Özellikle belirli yerlerde bir çeşit ‘yerel seçim’ seferberliği başlatmaları...
Bunlar da olmadı.
Ama gene de, başta ana muhalefet partisi olmak üzere, AKP dışındaki partilerin ve siyasi oluşumların seçime kadarki 6-7 aylık süreyi iyi kullanmalarında sayılamayacak kadar fayda vardır.
***
Tekrar haritaya bakalım. Ülkede, 16’sı büyükşehir belediyesi olmak üzere 81 il merkezi belediyesi var. AKP’nin -12’si büyükşehir olmak üzere, kazandığı- 58 il merkezi belediyesine karşı, ana muhalefet partisi CHP’nin kazandığı il merkezi belediyesi sayısı 8’den ibaret. Bunlardan da sadece ikisi büyükşehir belediyesi. ‘Büyükşehir’ler İzmir ve Mersin. Ötekiler: Edirne, Kırklareli, Çanakkale, Muğla, Artvin, Trabzon.
DSP, büyükşehir olarak Eskişehir’i, il merkezi olarak da Ordu ile Bartın’ı kazanmış. MHP, Kastamonu, Niğde, Iğdır ve Gümüşhane’yi, DYP ise Elazığ’ı...
2004’te seçime SHP’yle güçbirliği yaparak giren şimdiki DTP’li belediye başkanlarının belediye sayısı da -Büyükşehir Diyarbakır’la birlikte- 5. Ötekiler, Batman, Şırnak, Hakkari, Tunceli...
Saadet Partisi’nin Mardin’de, bir bağımsız adayın da Ardahan’da kazandığını da belirttikten sonra, bu tablonun özetini de söyleyelim:
Eğer 29 Mart 2009 seçiminde muhalefet partilerinin haritadaki yeri daha da azalırsa, bu, AKP için önemli bir zafer daha oluşturur ve onu kutlamak gerekir. Ama o ‘zafer’in ülke için hayırlı olacağı şüphelidir.
Çünkü AKP yöneticilerinin 22 Temmuz 2007’deki ‘zafer’leri gösterdi ki, onu hazmedemediler. Demokrasinin evrensel kurallarını yok sayıp “Madem ki seçimi kazandım, öyleyse her istediğimi yaparım” havasına girdiler ve hem ülkenin, hem de kendilerinin başına gereksiz işler açtılar.
Bugün yeni bir ‘zafer’ hazımsızlığına kapılmaları halinde benzeri sorunlar çıkarmaları ihtimali, daha az değildir.
Her geçen gün yeni yeni örneklerini ortaya koyuyorlar. Eleştiriye tahammülsüzlükleri hastalık haline gelmiştir. Milleti ‘bizden yana olanlar, olmayanlar’ diye ikiye ayırmayı ve herkese ona göre davranmayı, değişmez bir tavır haline getirmişlerdir.
Önümüzdeki 29 Mart seçimi sonuçlarının onlar için en azından bir ‘uyarı’ niteliğini taşımasında sayılamayacak kadar fayda vardır. Bunu sağlamak için, aralarında bir diyalog kurarak akılcı çabalar göstermek, başta sol muhalefetteki partiler olmak üzere, AKP dışındaki partiler için en önemli görevdir.
Bu konuya devam edeceğiz.
Demokratik bir ülkede benzeri var mı?
Yandaki yazıyı yazdıktan sonra, televizyonu açtım. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da Güngören’de yaptığı konuşmayla karşılaştım.
Hayretler içinde kaldım.
Başbakan, Aydın Doğan’a “Senin sahibi olduğun gazetelerde niye o haber çıktı?” diye soruyor.
Sözünü ettiği haber, Almanya’daki Deniz Feneri iddianamesinin içeriğiyle ilgili haber. Orada, başkalarıyla birlikte Tayyip Erdoğan’ın da adı geçmiş. Bunu CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da bir demeç konusu yapmış. Başbakan’a göre, bu, gazetelerde yayımlanmaması gereken bir habermiş...
Yani, gazeteler Almanya’da duruşması sürmekte olan bir
davanın iddianamesiyle ilgili haberde, bizim Başbakan’ın adıyla ilgili
bir iddia görürlerse, onu hemen sansürleyecekler...
Bu sansür, sadece iddianamelere değil, ana muhalefet liderinin konuşmalarına da uygulanacak. Onun da Başbakanla ilgili sözleri kırpılacak...
Bu yapılmazsa, Başbakan, o gazetenin sahibine veryansın edecek. Bunda onun kastı olduğunu öne sürecek.
Anlayışa bakın...
Gazete sahiplerinin Başbakan’ın hücumlarından kurtulmaları için tek çareleri var: Genel yayın müdürü başta olmak üzere gazete hazırlanışında görevi olan ne kadar gazeteci varsa toplayacaklar. Talimat verecekler:
-Haberlerde, demeçlerde Başbakanımız hakkında olumsuz iddialar görürseniz, derhal çıkaracaksınız. Onları yok sayacaksınız.
Başbakan gazetelerden ancak, böyle bir talimat verilir ve uygulanırsa memnun kalacak.
Böyle bir gazetecilik anlayışındaki bir Başbakan, acaba hangi demokratik ülkede var?
Veya, Başbakanı bu anlayışta olan bir ülkeye ‘demokratik ülke’ denilebilir mi?
Herhalde denilemez. Ama akla, daha da karamsar bir soru geliyor:
Başbakanı bu anlayışta olan bir ülkenin ‘demokratikleşme’si
mümkün mü?
No comments:
Post a Comment