Sunday, May 17, 2009

Sarkozy ve küçük Bonapart

AHMET İNSEL
Türkiye'ye 'üyelik değil ayrıcalıklı ortaklık verelim' önerisi olan Akdeniz İşbirliği, bir iki çırpınıştan sonra tozlu raflarda yerini aldı. Şimdi bunun yerine Sarkozy, Türkiye ile ortak güvenlik ve ekonomi alanı oluşturulması için görüşmelere hemen başlanmasını öneriyor

Fransa, bir buçuk yüzyıl sonra yeniden Bonapartizm’e mi döndü? Bu soruyu Nicolas Sarkozy iki yıl önce cumhurbaşkanı seçilmeden önce birçok siyaset bilimci sormaya başlamıştı. İki yıl zarfında yaşananlar bunun akademik bir varsayım değil, elle tutulur bir gerçek olduğunu gösteriyor. Siyasal otoriterizmle iktisadi liberalizmin izdivacından doğan bir modernleşme projesinin yürütücüsü olan Sarkozy, Victor Hugo’nun “Napolyon’un küçük olanı” adını verdiği III. Napolyon’u yakından andıran yönetim anlayışla ortalığı karıştırmaya devam ediyor. 1848’de seçimle geldiği cumhurbaşkanlığını 1851’de darbeyle 20 yıl koruyan, yitirilmiş imparatorluk nostaljisiyle orta sınıfların sırtını sıvazlayan ve bu arada muhafazakâr-otoriter reform girişimlerini devreye sokan Napolyon Bonapart’ın yeğeninin yönetim tarzı, içi boş büyük laflar ederek gözboyama kültürünün, iktidarın bütünüyle başkanın elinde toplanmasının ve güçlü ve zengin dost kliği dayanışmasının sentezi olarak tanımlanır. Bunlar gerçekten de iki yıllık Nicolas Sarkozy yönetiminde var olan özellikler.

Fransa’nın başına gelenler
Önemli olan, bu otoriter yönetimin halkoyuyla meşruiyetini düzenli tazeleyebilmesidir. Bonapartizm’in önemli özelliklerinden birisidir bu. Plebisiter bir otoriterizmdir. Yıkım tehlikesi altında olduğu iddia edilen düzeni otoriter ve popüler bir şef aracılığıyla koruma gösterisini, küçükleri gözetme adı altında zenginlerin çıkarlarını kollamayı, korkuları canlı tutarak piyasa modelinden esinlenmiş modernleşme reformlarını dayatmayı içerir. Bu arada kendi ve yakın çevresinin yaşamından pembe dizi kültürünün ağzını sulandıracak kesitleri bol bol sergilemeyi ihmal etmez. Cehaletle küstahlığın birbirini beslediği bir gözüpeklik bunu tamamlar. Nicolas Sarkozy’nin pilli bebeğin jest ve mimikleriyle bezediği hiperaktif ergen halleri bu tür bir gözüpekliğin ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Ender bulunur bir zihniyet ve vücut bütünleşmesi sunar.
Bonapartizm’in bulanık sularında yeniden seyretmeye başlayan Fransa’da, her gün yeni bir cin fikirle ortaya çıkan, bizim Zihni Sinir’in projeciliğine benzer bir yönetim tarzı bugün egemen. Bugün Fransa, eğitim reformu adı altında üniversitelerin bir kaosa sürüklendiği, devlet kurumlarının yılların süzgecinden geçmiş çalışma geleneklerinin “ben yaptım oldu” zihniyetiyle altüst edildiği, neredeyse her şeyin cumhurbaşkanlığı sarayından tayin edilip belirlendiği bir Bonapartist cumhuriyet manzarası sergiliyor.
Hayata geçme şansı olmadığı baştan belli olan ve kısa zamanda bir kenara bırakılmak zorunda kalınan bu cin fikirli projelerin bir örneği, Akdeniz İşbirliği idi. Türkiye’ye, “üyelik değil ayrıcalıklı ortaklık verelim” önerisini allayıp pullayarak sunmak için ortaya atılan bu proje, bir iki çırpınıştan sonra tozlu raflarda yerini aldı. Şimdi bunun yerine Sarkozy, Türkiye ile bir ortak güvenlik ve ekonomi alanı oluşturulması için görüşmelere hemen başlanmasını öneriyor. Böyle bir görüşmeye Rusya’yı da davet ederek, 800 milyon nüfuslu bir ortak güvenlik ve iktisadi işbirliği alanı yaratma projesinden bahsediyor. Sarkozy bunu söylerken, dönemin AB başkanlığını yürüten Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Rusya’nın öfkeli bakışları arasında, altı eski SSCB üyesiyle bir “Doğu işbirliği” projesini başlatıyordu. Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldavya, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’a AB üyeliği vaat etmeden, vize kolaylıkları ve serbest ticaret anlaşmaları içeren bir paket sunuluyordu. Rusya ise bunu kendi etki alanına karşı bir saldırı olarak kabul ettiğini ilk andan itibaren ilan etmişti. Ortak güvenlik ve ekonomi alanının da ölü doğduğu belliydi.

Aşılamaz sınır
Nicolas Sarkozy, 7 Haziran’da yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin kampanya başlangıcı işaretini, 5 Mayıs’ta iktidardaki partinin mitinginde yaptığı bir konuşmayla verdi. Böylece, bir partinin seçim kampanyası başlangıç mitingi Cumhurbaşkanı’nın konuşmasıyla açılıyor ve Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda fiilen parti başkanı olduğu tescil edilmiş oluyordu. İşte bu konuşmada, Sarkozy salonda bulunan 4 bine yakın sağcı militandan en büyük alkışı, Türkiye’nin AB üyeliğinin söz konusu olmadığını vurguladığında aldı. O ana kadar terbiyeli biçimde zaman zaman alkışlayan kalabalık, birdenbire zincirlerinden boşandı ve büyük bir coşkuyla Sarkozy’nin Türkiye’ye ne olursa olsun hayır demesini alkışlamaya başladı. Avrupa’nın kendini bir güç olarak var etmesi için önce bunu istemesi gerektiğini, bunu isteyebilmesi için de ucu bucağı olmayan bir genişleme süreci içinde kendi kendini eritmekten vazgeçmesinin önemine işaret ediyordu Sarkozy. “AB ile kısmi bir ortak kaderi paylaşan” Türkiye gibi ülkelerle ayrıcalıklı ilişki kurmaya, bu ülkeleri Avrupa ile mümkün olan en yakın işbirliği içinde tutmaya evet derken, aşılamaz sınırının üyelik olduğunu bir kez daha vurguluyordu. Neden mi? Türkiye Türkiye olduğu için üye olamazdı.
Bu konuşmasındaki tonu, bundan dört ay önce Fransa’da üniversite rektörleri ve büyük araştırma kurumlarının başkanlarını cumhurbaşkanlığı sarayında toplayıp, çoğu doğru bilgilere dayanmayan ama aşağılayıcı bir üslupla dile getirdiği eleştiriler eşliğinde sunduğu reform konuşmasına benziyordu. Yaptığı dönem başkanlığındaki icraatını, AB’nin kurtarıcısı sıfatını hak etmek için yeterli bulan, egosu son derece şişmiş bir küçük şefti konuşan. Diğer dönem başkanlarının bu küçük şef hakkında ne düşündüklerini tahmin etmek zor değil.
Sarkozy türü yenilikçilik, bir yandan “yenilik” sloganının albenisine sarılmış radikal liberal reformlarla toplumda elektroşok tedavisi uygulamayı cesaret olarak tanımlarken, diğer yandan muhafazakâr temalara da sırtını yaslamayı ihmal etmiyor. Sarkozy’nin AB konuşması, “Hıristiyan mirasa” vurgu yapmaya da özen gösteriyordu. Yazılı metinde olmayan bir vurguyu konuşma sırasında ilave etmişti: “Bundan özür dilememiz gerekmeyen Hıristiyan miras”! Tarihi ve sosyal tespiti aşan, militan sahiplenmeye işaret eden bir vurguydu bu. 2008’de Vatikan ziyareti sırasında yaptığı Fransa’daki laiklik ilke ve geleneklerine aykırı değerlendirmelerin tınısı vardı.
Fransa’da elbette, Sarkozy’nin oligarşik yönetiminin ülkenin başına gelmiş büyük bir bela olduğu konusunda hemfikir olan önemli bir kesim var. Üç yıl daha sabır diyerek, gelecek seçimlerde Sarkopart’ın devrilmesi umuduyla yaşıyorlar. Bunların içinde Türkiye dostu olanlar ise, Sarkopart’ın yapıp ettiklerinden, söylediklerinden dolayı özür dileyerek Türkiye’nin de üç yıl daha sabretmesini önerip, Türkiye’nin üyelik sürecinin nasıl olsa bu hiperaktif şahsiyetin öngörülür siyasal kariyerinden daha uzun olduğunu hatırlatıyorlar. Ayrıca durup durup tam Avrupa parlamentosu seçimleri öncesinde yeniden “Türkiye’yi istemeyiz” diye ortaya fırlamasının, seçim taktiği olduğunu da belirtiyorlar. Bu söylenenlerin çoğu elbette doğru. Ama insan gene de, Fransa’da Türkiye’nin üyeliği deyince tüyleri diken diken olan insan sayısının, Sarkozy’ye oy verenlerden çok daha büyük bir kitle oluşturduğunu bilince, “başınıza gelen bu azim belaya müstahak değil misiniz?” diye düşünmeden edemiyor. Bu da elbette bir tür züğürt tesellisi...

No comments: