RADİKAL 2 / 30/11/2008
27 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra Radikal İki’de seçim sonuçları üzerine yazdığım “Merkez solu nasıl dolduracağız?” (19 Ağustos 2007) adlı yazıda, seçim sonuçlarının ürettiği ve seçim sonrası Türkiye’nin yönetilmesinde önemli sorunlar doğurabilecek bir ikilemden söz etmiştim. Bu ikilem şuydu: Bir taraftan, 22 Temmuz seçimleri sonucunda Meclis’e AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin, DTP’nin, DSP’nin hatta ÖDP’nin girmesiyle, 3 Kasım 2002 seçimleri sonucunda oyların yüzde 45’inin Meclis dışında kalmasıyla ortaya çıkan siyasi temsil ve siyasi meşruiyet sorunları çözülmüştü; gerçekten de, yeni TBMM oyların yüzde 80’inden fazlasını içeren ve nicel olarak temsil gücü yüksek bir meclis görünümündeydi. Ama aynı zamanda, ve diğer taraftan, bu temsil sadece nicel nitelikte kalma riskini de taşıyordu, çünkü, Meclis’e giren tüm partiler, -Ufuk Uras’ın tek başına temsil ettiği ÖDP’yi saymazsak-, milliyetçilik ideolojisini, milliyetçi söylemi ve milliyetçi stratejileri farklı düzeylerde ve tonlarda kullanan, seslendiren ve pratiğe geçiren partilerdi. Bunu, bu partilerin seçim stratejilerinde, seçim sloganlarında ve ortaya koydukları söylemlerinde gözlemliyorduk. AKP’nin liberal milliyetçiliği, CHP’nin devlet-merkezci tepkici milliyetçiliği, MHP, DSP ve DTP’de gördüğümüz toplum ve kimlik endeksli milliyetçilik, tüm Meclis’i kapsıyordu. 22 Temmuz sonrası Meclis, ideolojik düzeyde, milliyetçilik söylemi çok yüksek ve yaygın bir nitelik içeriyordu.
Böylece de, 22 Temmuz sonrasında, nicel anlamda temsil ve meşruiyet düzeyi yüksek, ama ideolojik anlamda, tek bir ideolojinin (milliyetçilik ve çeşitleri) egemenliği altına girmiş, bu bağlamda da, nitel olarak ciddi bir temsil sorunu yaşayabilecek bir meclis yapısıyla karşı karşıya kaldık. İkilem, nicel temsil yüksekliğinin nitel düzeyde, siyasi ideolojik bir çeşitliliği ortaya çıkartmamasıyla yaşanabilecek bir ikilemdi. Seçim sonrası Meclis’in siyasi ideolojik yapısı, sosyal demokrat, sol, siyasal liberal ideolojilerin, söylemlerin ve stratejilerin yer almadığı, ama milliyetçiliğin çeşitli biçimlerini yaşama geçiren farklı partilerden oluşan bir nitelikteydi.
Milliyetçilik kıskacı ve birlikte yaşama
Meclis’in siyasi temsil ve meşruiyet gücünün, nicel, yani sayısal temsil gücüyle sınırlı kalması, böylece de, görünürde temsil gücü yüksek, ama özünde milliyetçilikler arası söylem ve strateji rekabetine indirgenmiş bir yapının ortaya çıkması, 22 Temmuz’dan bugüne Türkiye’nin giderek milliyetçiliğin kıskacına girme riskini güçlendirdi. Bugün bu riskin gerçekleştiğini ve Türkiye’nin milliyetçilik kıskacına girdiğini görüyoruz. Yerel seçimler yaklaştıkça, milliyetçiliğin tam anlamıyla siyasi rekabet, söylem ve pratiğe hakim olma olasılığı da çok yüksek.
Bu gelişmede, AKP baş aktör konumunda ve baş sorumlu. AKP’nin Türkiye’yi milliyetçilik kıskacına sokmada oynadığı önemli ve etkili rol, sadece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yerel seçimlere dönük, hem Güneydoğu, hem Doğu Anadolu, -ama altını çizmeliyiz- hem de Türkiye genelinde, “Kürt sorunu”na çözümde takındığı şahin ve tepkici milliyetçi tavır ve söylemle sınırlı değil. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, Hrant Dink’in oğlu Arat Dink’i “Yokluğum Türk varlığına armağan olsun” dedirtecek, gayrimüslim vatandaşlarımıza dönük kullandığı ırkçı ve farklılık düşmanı söylem de, Türkiye’nin milliyetçilik kıskacına nasıl itildiğini örnekliyor. Benzer olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına rağmen, ortaöğrenimde zorunlu din derslerini savunan AKP, başta Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, dinsel farklılığa nasıl milliyetçi ve dışlayıcı baktığını bir kez daha sergiliyordu. Türkiye’de birlikte yaşama olasılığını güçlendirmek yerine, farklı olanı ötekileştirmeye ve dışlamaya dayalı milliyetçi söylemi CHP, MHP, DTP ve DSP’den sonra AKP’nin de açık olarak kullanması, bir taraftan Türkiye’yi milliyetçiliğin kıskacına iterken, diğer taraftan da, bugünkü Meclis’in siyasi temsil gücünün nicel ve sayısal olarak yüksek, ama nitel ve siyasi ideoloji temelinde düşük ve milliyetçiliğe indirgenmiş yapısını da ortaya çıkarıyor.
Bununla birlikte, milliyetçilik kıskacında Türkiye nitelemesinde objektif olmak temelinde birkaç noktanın da altını çizmemiz gerekiyor. Birincisi, hem pragmatik bir merkez sağ partisi hem de siyasi meşruiyeti seçim başarısıyla (ya milletvekili, ya da belediye başkanı sayısı) özdeşleştirme eğiliminde olan bir parti olarak AKP’nin, yerel seçimler için kullandığı milliyetçilik tonu çok yüksek stratejiden, seçimlerden sonra vazgeçmesi ve tekrardan reformist, liberal milliyetçi bir muhafazakâr demokrasi konumuna dönmesi gözardı edilmemesi gereken önemli bir olasılıktır. Yerel seçimlerde başarılı olmuş (ki bu düşük bir olasılık değil), böylece siyasi gücünü ve halk arasında meşruiyetini pekiştirmiş bir AKP, şahin ve tepkici bir milliyetçilikten, ekonomik refah-kültürel kimlik ekseninde hareket eden bir liberal milliyetçiliğe ve reformist muhafazakârlığa dönebilir. İkincisi, AKP’nin yerel seçim öncesi giderek milliyetçileşmesi, bugün görüyoruz ki, hem CHP’de daha topluma dönük açılımlar hem de MHP’de, örneğin Alevi sorunu üzerine, çözüme dönük açılım yapma gerekliliğini ortaya çıkarıyor. CHP ve MHP’de ortaya çıkan açılımlar, Türkiye’nin giderek milliyetçilik kıskacına gitmesini engelleyecek güce ve iradeye sahip açılımlar değil, ama bu partilerde yaşanan değişim içinde altı çizilmesi gereken önemli noktalar olarak görülmelidir.
Değerler mi, gerçek sorunlar mı?
Bununla birlikte, bugün çok ciddi bir ekonomik krizden geçen küresel dünya içinde, bir taraftan son yıllarda ekonomik olarak büyüyen ama diğer taraftan da dış dalgalara karşı kırılgan, kurumsal ve düzenleme altyapısı çok güçlü olmayan bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuz bir zamanda, Türkiye’nin milliyetçilik kıskacına itilmesi ve farklı milliyetçilikler dışında siyasi ideolojilere sahip olmayan bir meclis ve yönetim yapısına sahip olması ne kadar anlamlıdır? Tüm dünya küresel krizi konuşur, bu krize karşı kendisini yeniden konumlamaya çalışırken ve hegemonundan güçlü devletlerine, Türkiye’nin de dahil olduğu yeni pazar ekonomilerden küçük devletlere ve AB gibi güçlü bölgesel entegrasyon yapılarına kadar, her aktör 2009’un bugünden çok daha zor ve acılı geçeceği üzerine hemfikirken, enerjisini, odağını milliyetçi söylem ve stratejilerle değerlere ve kimliklere indirgeyen bir Türkiye siyaseti ne kadar başarılı olabilir?
Yaşadığımız kriz, hem finansal bir krizi, hem çok ciddi bir ekonomik durgunluk sorununu hem de oranı giderek yükselecek bir işsizlik sorununu içeriyor. Bu nitelikleri içinde de ciddi bir düzenleme ve kurumsal yeniden-yapılanma gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Diğer bir deyişle, yaşadığımız ekonomik bir kriz, ama özünde bir yönetim krizi. Türkiye’de yaşadığımız da, gerek ekonomik krizin bu çokboyutlu niteliği içinde, gerekse de Kürt sorunundan Alevi sorununa ve gayrimüslim azınlıklar sorununa ama aynı zamanda da yoksulluk, dışlanma, çocuklara ve kadına karşı ayrımcılık sorununa kadar uzanan boyutlarıyla, özünde bir yönetim sorunu. Türkiye’nin tüm bu sorunlarına kalıcı çözüm bulması için, iyi ve adaletli toplum yönetimi üzerinde odaklanması, katılımcı demokrasiyi güçlendirmesi, bilgi-temelli vizyon ve politika üretme çabasına girmesi gerekiyor. Türkiye, sürdürülebilir ekonomik kalkınmasını ve farklılıklar arasında birlikte yaşama olasılığını gerçekleştirebilmek için, değerler üzerine siyaseti güçlendiren milliyetçiliğe değil, aksine reel sorunlara çözüm temelinde siyaset yapma anlayışını simgeleyen demokratikleşemeye doğru kendisini yönlendirmelidir. Milliyetçilik kıskacına itilen değil, demokrasisini yerleşikleştiren ve derinleştiren, hepimizin farklılıkları içinde eşit vatandaş olduğumuz bir Türkiye için düşünmeliyiz ve çalışmalıyız.
E. FUAT KEYMAN: Koç Üniversitesi
Friday, December 5, 2008
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment