Saturday, December 12, 2009

Greece admits it is riddled with corruption

By Tony Barber in Brussels

George Papandreou, Greece’s prime minister, acknowledge to his fellow European Union leaders that the Greek public sector was riddled with corruption.

At an EU summit on Thursday night, The bloc’s 26 other national leaders sat in silence as Mr Papandreou delivered a short, blunt speech on Thursday night that said everything the rest of Europe had long known, or suspected, about Greek bureaucracy.

Greece is in the throes of the most serious fiscal emergency to strike the eurozone since the single currency’s launch in 1999. Mr Papandreou’s baring of the national soul capped a tumultuous week in which Greece’s creditworthiness was downgraded, its stock market plunged, the interest rate on its debt soared and even its survival in the eurozone was questioned.

José Manuel Barroso, European Commission president, praised Mr Papandreou’s determination to address the Greek economy’s problems, such as low business competitiveness and a public debt poised to rise far above the nation’s annual economic output.

“He recognised that there was a huge problem of corruption throughout the administration, including in public procurement,” Mr Barroso said.

“He spoke of a reduction in the levels of administration. Whereas there are four or five now, from regional to local level, he promised to suppress two of them, because they are expensive.”

Delegates at the EU summitsaid there had been little discussion of the Greek premier’s presentation, and most leaders – especially those of the 15 countries that share the euro with Greece – wanted to see more action and fewer words from Athens.

Jean-Claude Trichet, the European Central Bank president, told the European parliament’s monetary affairs committee on Monday that Greece’s troubles demanded “very difficult, very courageous but absolutely necessary measures”.

“Our basic problem is systemic corruption,” Mr Papandreou said in Brussels on Friday. “We intend to take harsh measures to root it out.”

However, he made it clear that Greece would not follow Ireland’s example and enforce drastic wage cuts.

“If we were at the edge of the abyss, we would cut wages in half. But we are not and we are fighting hard not to get there. We will protect wage-earners and pensioners.”

His unwillingness to specify cost-cutting measures disappointed market-watchers, aware that Greece is expected to record a budget deficit of more than 12 per cent of gross domestic product this year. Its public debt is projected at 113 per cent of GDP.

Mr Papandreou is expected on Monday to outline how he intends to slash the deficit to 3 per cent of GDP – under EU rules, the upper limit in normal economic times – over the next four years.

The underlying problem is, however, one of Greek credibility. Other eurozone countries were incensed in October when the newly elected socialist government announced that Greece’s public finances were far worse than previously claimed. The socialists blamed the misreporting on faulty statistics and the errors of the previous conservative government.

Copyright The Financial Times Limited 2009.

Turkish court bans pro-Kurd party

Turkey's Constitutional Court has voted to ban the country's largest pro-Kurdish party because of alleged links with Kurdish separatist rebels.

Turkey's chief prosecutor Abdurrahman Yalcinkaya argued that the Democratic Society Party (DTP) took orders from the Kurdistan Workers Party (PKK).

The DTP is the latest in a series of pro-Kurdish parties to have been closed down in Turkey.

The EU, which Turkey hopes to join, expressed concern over Friday's ruling.

"While strongly denouncing violence and terrorism, the presidency recalls that the dissolution of political parties is an exceptional measure that should be used with utmost restraint," the EU's Swedish presidency said in a statement reported by Reuters.

The 11 judges in Turkey's Constitutional Court ruled that the DTP had become a "focal point of activities against the indivisible unity of the state, the country and the nation", court president Hasim Kilic told reporters.

He said DTP leaders Ahmet Turk and Aysel Tugluk had been stripped of parliamentary immunity and banned from politics for five years along with 35 other party members.

All party assets would be seized by the treasury, Mr Kilic added.

The DTP holds 21 seats in Turkey's 550-member parliament.

Some 40,000 people have died since the outlawed PKK launched an armed campaign in the mainly Kurdish south-east in 1984.

The BBC's Jonathan Head, in Istanbul, says the DTP's ban is another blow to the government's hopes of ending the conflict.

Prime Minister Recep Tayyip Erdogan has tried to push through a package of reforms aimed at winning over the alienated Kurdish community and persuading militants to lay down their weapons.

Reacting to the ban, DTP chairman Mr Turk said it would not help to end the 25-year conflict.

"Turkey cannot resolve this problem by closing down parties," he said.

The court case has already caused unrest in Kurdish areas.

In the city of Hakkari - near the Iran and Iraq borders - Turkish police used water canon to break up a protest by Kurdish rebel supporters on Friday, Anatolia news agency reported.

Kurds make up about 20% of Turkey's population of more than 70 million.

The PKK is listed as a terrorist organisation by Turkey, the EU and the US.

PKK provokasyonuna yüksek sesle karşı koymak...

CENGİZ ÇANDAR

Tokat Reşadi-ye’de 7 askerin şehit düşmesine yol açan saldırı meğerse ‘provokasyon’ değilmiş, çünkü PKK, Fırat Haber Ajansı aracılığıyla önceki gün olayı üstlendiğini duyurdu.
PKK kaynaklı açıklama, olayın ‘provokasyon’ olduğu gerçeğini ortadan kaldırıyor mu?
Hayır. Tersine, PKK’nın ‘Açılım’a yönelik provokasyon yaptığını gösteriyor.
Bu anlamda, Reşadiye saldırısını, 1993’te Turgut Özal’ın ölümünden bir ay sonra çözüm umutlarını canlandırmış olan ‘ateşkes süreci’ni sona erdiren ‘33 asker’in şehit düşmesini hatırlatan bir ‘provokasyon’ olduğu kanısında olanları yanıltan bir şey yok. Evet, Reşadiye saldırısı, tıpkı ‘33 askerin katli’ olayı gibi bir provokasyondur. PKK imzalı bir provokasyon.
Bakın Stockholm’de yaşayan ve tüm ömrü boyunca şiddete karşı çıkmış olan tanınmış Kürt aydını ve siyasetçisi Kemal Burkay, Cihan Haber Ajansı’na verdiği mülakatta neler diyor:
“Bu 33 askerin katli olayı büyük bir tepki oluşturmuştu. Hem iç hem de dış kamuoyunda dönemin hükümetince demokratik bir çözüm bulunması yönünde olumlu bir beklenti vardı. Özal da çözüm yanlısı bir insandı ama o provokasyon ile çözüm kesintiye uğradı. Savaş yeniden hızlandı ve çok kanlar döküldü yine... Evet, şimdi benzer bir durum var. Ak Parti’nin başlattığı açılım süreci umutlar yarattı; hem yurtiçinde, hem de yurtdışında. Ama ne yazık ki statükocu güçler, savaş lobisi, barış karşıtları ilk günden itibaren sürece çok büyük tepki gösterdiler, bu malûm. En başta da MHP-CHP ve de Baykal-Bahçeli. Bunlar sürekli olarak kamuoyunu kışkırttılar, kamuoyunun korkularına seslendiler. Oysa hükümet iyi niyetlerle bir açılım başlatmıştı ve gerçekten de çözüm yönünde adımlar atmak istiyor. Karşı olanların ise hiçbir projesi yok, sadece engellemeye çalışıyorlar. Bu ortamda Reşadiye olayının gelmesi sürpriz olmadı. Böyle bir şeyin olmasını bekliyordum şahsen ve bundan kaygı duyuyordum. Birçok kimsenin de aynı kaygıları duyduğunu zannediyorum. Her yumuşama döneminde, her demokratik bir adım atılması aşamasında böylesi olaylar oluyor.”
Kendi payıma ben de duyuyordum o kaygıları ve o nedenle geçenlerde de yazdığım gibi ‘Açılım’ı, ‘ince buz üzerinde horon tepme’ye benzetmiş, hassas, kırılgan bir süreç olarak gördüğümü yazmıştım.
Peki, Reşadiye olayı ile ‘Açılım’ın sona erdiğini ilân etmek gerekiyor mu?
Tam tersine, hızlandırmak ve derinleştirmek gerekiyor.
‘Açılım’ın alternatifi, 1984-1993, 1993-1999 ve 2004-2008 arasına dönmek ise, yani ‘kanlı hesaplaşma’dan başka bir yol bırakmamak ise, ‘Açılım’ı inatla ve belirli dersler alarak devam ettirmekten başka yol yoktur.
***
‘Açılım’, süreç ilân edildiği günden başlayarak, yani son dört aydır önce MHP ve CHP’nin ‘provokasyonları’ ile karşılaştı,
en son olarak da PKK, ‘kanlı saldırısı’ ile ‘provokasyonlar kervanı’ndaki yerini aldı.
Birbirlerine hiç benzemeseler, hatta gayet net biçimde ‘karşıt konum’da yer alsalar bile ‘Açılım’ı değişik türlerden ‘provokasyonlar’ ile sekteye uğratmak ve bitirmek için çaba gösteren siyasi organizmaların benzer yanları var.
En başta, ‘Açılım’ın başarıya ulaşması halinde ‘siyasi’ olarak kendilerini zayıflatacağını düşünmeleri; ki, bu MHP ve CHP için geçerli. Bu iki partinin Türkiye’nin Kürt yoğun bölgelerinde varlığı zaten kalmadı. ‘Açılım’ amacına ulaşır ve Türkiye’de iç çatışma ile kan dökülmesi ihtimali ortadan kalkarsa, bu iki partinin Güneydoğu dışında da siyaset zeminleri büyük ölçüde kaybedilecektir.
Zaten her ikisinin ‘Açılım’a karşı tutumları, örneğin İzmir ve Bayramiç’teki olayların iklimini hazırlamıştır.
PKK, ‘Açılım’ı kendisinin ‘tasfiyesi süreci’ olarak görüyor. ‘Açılım’ kuşkusuz Kürt sorununun ‘şiddetten arındırılması’nı hedef aldığı anlamda, sonuçta PKK’nın tasfiyesine gider. Günümüz dünyasında ve bölgede, şayet Kürt sorununa çözümün ‘şiddet yolu’ ile aranmasının hiçbir ahlâki ve siyasi gerekçesi kalmazsa, PKK’nın silahlı varlığının anlamı kalır mı?
Bu yönü ile bakıldığında, Reşadiye saldırısı PKK için bir ‘güç gösterisi’ olmaktan ziyade bir ‘zaaf belirtisi’dir.
Bu noktada yapılacak en temel yanlış ise, ‘Açılım’ı askıya alarak veya ‘sil baştan’ ile PKK’nın ‘silahlı harekât alanı’nı genişletmek olur. ‘Açılım’, PKK’yı, özellikle ülkemizde nüfuz sağlayabildiği Kürt vatandaşlar nezdinde anlamsızlaştırdığı oranda hedefine yaklaşacaktır.
Öyleyse, ‘demokratik atılımlar’a kararlılıkla devam şarttır.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün Amerika-Meksika gezisinden dönüşünde söylediği şu sözler doğrudur ve umut vericidir:
“... Biz güvenlik güçlerimizin yaptığının dışında yeni bir süreci başlattık. Nedir bu yeni süreç? Dedik ki bunun psikolojik boyutu vardır. Bu mücadelenin sosyolojik boyutu vardır, diplomatik boyutu vardır, ekonomik boyutu vardır. Tüm bunları içeren bir milli birlik kardeşlik projesi lütfen buna dikkat edin milli birlik kardeşlik projesi ve hedefiyle demokratik açılım süreci olsun dedik ve bu çalışmayı bu şekilde başlattık. Bu beyefendiler (MHP ve CHP) bu çalışmaya başından beri takoz oldular, çözüme yönelik bir projeleri var mı? Yok... Ama dikkat ederseniz sürekli ihanet, hıyanet... Söyledikleri şey bu.
Onlar ne kadar bunu söylerlerse söylesinler, biz şu inandığımız çözüm sürecini aynı kararlılıkla devam ettireceğiz.”
Tamam. Ama artık Kürt sorununa ilişkin kimlik hakları ve demokratik zeminin genişletilmesi konusunda elle tutular, somut adımlar atılması gerekiyor. ‘Retorik’ ne kadar doğru olsa da, siyasetin yerini almıyor.
***
Varılan noktada bir de DTP’nin kapatılması davasında karara yaklaşıldığı olgusu söz konusu. Bazı Ak Partililerin -Cemil Çiçek ve Burhan Kuzu gibi- Herri Batasuna’nın ETA bağlantısına gönderme yaparak, İspanya örneğinden yola çıkarak DTP’nin kapatılmasına çanak tutar beyanları dikkat çekiyor.
Unuttukları -basın köşelerinden kendilerine hatırlatılıyor- temel gerçek, İspanya’da gerek anayasal ve gerekse uygulamada Bask sorununun demokratik biçimde çözülmüş olduğu gerçeği. Bask bölgesinde ‘ayrılıkçılığı’ savunan siyasi partiler bile var. Yasak olan, hak arama yolu olarak ‘şiddet’ ve ETA ‘şiddet’ kullandığı, Herri Batasuna ise bu ‘şiddet kullanan örgütten talimat aldığı’ için AİHM tarafından kapatıldı.
İspanya’daki anayasal yapı ve uygulamanın onda biri Türkiye’de olursa, o vakit DTP’nin kapatılmasının meşruiyetinden söz edebilirsiniz. Aksi halde, DTP’yi şu aşamada kapatmak PKK’ya daha geniş alan açmaktan başka bir anlama gelmez.
Nitekim son beyanlarına bakılırsa, DTP’nin kapatılmasının Abdullah Öcalan’ın umurunda olmadığı hatta bunu arzuladığı bile söylenebilir.
Reşadiye olayı ve bu saldırıyı PKK’nın üstlenmesinden sonra, Türkiye’de hatırı sayılı sayıda ve seslerini geniş çevrede duyurabilen Kürt kanaat önderi konumundaki kişilere özel bir rol düşüyor. Reşadiye olayının -bunu PKK üstlenmiş de olsa- asıl Kürt halkının haklarına ve çıkarlarına yönelik pis bir provokasyon olduğunu yüksek sesle haykırmak ve kınamak.
Bunu yapabildikleri ölçüde, ‘Açılım’ın önünün açık kalmasına ve Kürt sorununun çözümünün şiddetin dışlanarak aranmasına yardımcı olacaklar. Türkiye siyasetinde rol alabilecekler. Bundan en büyük yararı ise herkesten ziyade Türkiye’nin Kürt vatandaşları görecek.
Gün, provokasyonlara karşı koymak ve PKK’nın ‘silahlı saldırıları’na yüksek sesle ‘Hayır’ demek günüdür.

Bu hangi PKK?

ORAL ÇALIŞLAR

Tokat’taki pusuyu ilk duyduğumda, saldırının yapıldığı bölgeyi de dikkate alarak ‘Bunu PKK yapamaz’ diye düşünmüştüm. DTP’nin kapatılma davasının sürdüğü ve açılım tartışmalarının şiddetlendiği bir dönemde PKK tarafından böyle bir eylemin gerçekleştirilmesine az ihtimal vermiştim. Yanılmışım. (DTP hakkındaki karar bu yazıyı yazdığım sırada açıklanmamıştı.
Bu nedenle sonucun ne olduğunu veya olacağını bilmeden yazıyorum.) Tokat’ta 7 askerin
pusuya düşürülerek öldürülmesinin PKK tarafından üstlenilmesi, bu bağlamda tamamen yeni
bir duruma işaret ediyor.
‘Açılım’ sürecinin başlangıcından bu yana Türkiye’nin batısında yükselen milliyetçi tepkiler ortada... PKK’nın Tokat pususunun bu tepkileri güçlendirici ve kışkırtıcı yönde etki yapacağı ortada olan bir şeydi... DTP davasının sürdüğü bu kadar kritik bir dönemde, doğuracağı tepkileri ve Türkiye’nin batısında oluşturacağı isyan potansiyelini herkesin öngörebileceği böylesine vahşi bir katliama girişmekle PKK neyi amaçlıyor?
***
Mantıksal olarak bakıldığında, PKK’nın DTP’nin kapatılmasını istediği gibi bir sonuç ortaya çıkıyor... DTP’nin kapatılması durumunda, ‘açılım’ süresince Kürtler içinde meşru bir muhatap kalmayacak. Tabii bunun sonucunda da, Kürt kimliği konusunda duyarlı olan çevrelerdeki umutsuzluk artacak ve Kürtler içindeki ‘şiddet’ eğilimi güç kazanacak.
Aslında, son dönemde, hem DTP içinde, hem de Kürtlerin genelinde, silahlı eylemlerin Kürtlerin demokratik taleplerinin gerçekleştirilmesi konusunda bir yarar sağlamadığı, tam tersine bu taleplere zarar verdiği fikri yaygınlaşıyor. Soruna siyasi bir çözüm bulunabileceği umudu da artıyor.
PKK sanki bu psikolojinin daha da güçlenmesinden endişeye kapılmış durumda. DTP’nin (kapatılmaması halinde) açılım süreci ilerledikçe giderek güçlü bir muhatap haline dönüşme ihtimal yüksek. Bu ihtimal, PKK çevrelerinde, kendilerinin devre dışı kalacakları, hatta PKK’nın bir süre sonra ‘misyonunu tamamlamış bir örgüt konumuna gelebileceği’ gibi korkular doğuruyor olabilir.
Açılım sürecinin en hassas ve kritik noktası, ‘muhatap’... DTP’nin bazı yöneticileri, muhtemelen PKK’dan gelen taleplerin ve baskıların da etkisiyle ‘muhatap Öcalan’ deme gereğini duydular. Türkiye’nin Batısı’nda oluşacak tepkileri bilmelerine rağmen bu tutumu sürdürdüler.
Bu konuda, DTP içinde iki farklı dil göze çarpıyor. Bazı yöneticiler, ‘Öcalan bu süreçte olumlu rol oynayabilir, onu da dikkate almak gerekir’ şeklinde daha kontrollü sayılabilecek bir üsluba eğilim gösterirken, bazı yöneticiler, ‘muhatap Öcalan’dır’ demeyi tercih ediyorlar.
Kandil ve Öcalan ise, ‘Muhatap DTP de olabilir’ diyerek muğlak bir ifade kullanmayı tercih etti. Bugünün Türkiye’sinde ve bu psikolojik ortamda, DTP’nin yok sayılması mümkün
olamıyor. DTP, hem kendi içindeki aksaklık ve uyumsuzluklara, hem de dışsal koşullardaki olumsuzluklara rağmen, seçimle gelmiş meşru bir temsilci olarak varlığını ‘konunun tarafları’na kabul ettirebilmiş bir oluşum.
Tabii şu noktayı da göz önünde bulundurmakta yarar var: Tek bir PKK’dan söz etmek, (Türk milliyetçilerinin kafasındaki imajın tam aksine) o kadar da kolay değil. Kongra-Gel’in eski başkanı Zübeyir Aydar’la geçen ay Brüksel’de karşılaştığımıza, o da bu farklılıklara dikkat çekmişti.
Zübeyir Aydar, PKK’nın durumunu değerlendirirken, ‘Kandil’, ‘İmralı’, ‘yurtdışı’, ‘Türkiye’nin içi’ olmak üzere çok değişik merkezlerin ve eğilimlerin PKK’nın kararlarında etkili olduğunu dile getirdi. Öcalan’ın çağrısı üzerine gerçekleşen Kandil’den inişlerin ardından, PKK içindeki değişik eğilimlerin değişik tepkiler verdiğine vurgu yaptı.
***
‘Açılım’ sürecinin en ilginç boyutlarından biri, PKK çevrelerinden gelen, ‘bizi tasfiye etmek istiyorlar’ değerlendirmeleri. Bu değerlendirmeler hem Öcalan’ın açıklamalarına yansıdı, hem de DTP yöneticilerinin kullandıkları üslubu etkiledi.
Tokat’taki acımasız pusu, PKK’dan gelen bir ‘ben hâlâ varım ve gerekirse böyle şeyler yaparım’ mesajı olarak okunabilir. Ancak, belirttiğimiz gibi, hem bölgedeki dengeler, hem de Kürt halkı içinde öne çıkmakta olan eğilim, ‘silahların artık susması’ yönünde.
Eğer Türkiye’ye egemen olan irade süreci doğru yönetebilir, PKK’ya yönelik tepkiyi Kürt halkını hedef alan bir baskıya dönüştürmez ve demokratikleşme iradesinin sürdürülmesi
noktasında ısrar ederse, ‘açılım’ da, Kürt toplumundaki şiddetten uzaklaşma eğilimi de
devam eder. Hatta, şiddeti ihya etme yönündeki çabalar marjinalleşebilirler.

NOT: PKK merkezinin Tokat’taki pusu konusunda yapmış olduğu “Anakarargah Komutanlığımız tarafından herhangi bir talimat verilmemesine rağmen, Dersim eyaletimize bağlı bir birimimiz kendi inisiyatifiyle yaptı” açıklaması, 1993 yılındaki 33 askerin öldürüldüğü Bingöl pususundan sonra gerçeklemiş olan gelişmeleri akla getiriyor.
O zaman da PKK merkezi ve Öcalan tarafından benzer şekilde dolaylı olarak üstlenilmiş olan pusu, daha sonra, ‘Bizim haberimiz yoktu, Şemdin Sakık kendi inisiyatifiyle yaptı’ denilerek reddedilmişti. Sonraki yıllarda, Ergenekon dosyası dahil olmak üzere ortaya çıkan bir çok bilgi ve bulgu, Bingöl pususunun devlet içindeki bazı güçlerle bağlantısı olduğu yönündeki şüpheyi artırdı.
Bu gibi noktaların da bir kenara not edilmelerinde büyük yarar var... Bu gibi şüpheler üzerinden bir araştırmaya ve sorgulamaya girişilirse, olayın arka planındaki olası birtakım karanlık hesapların ve bağlantıların aydınlatılması söz konusu olabilir.

Yüksek Mahkeme DTP'yi kapattı

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç Demokratik Toplum Partisi'nin kapatılmasına karar verildiğini açıkladı. 37 DTP'liye 5 yıl boyunca siyaset yasağı geldi

ANKARA - Anayasa Mahkemesi, oybirliği ile Demokratik Toplum Partisi’ni "eylemleri yanında, terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak
haline geldiği gerekçesiyle" temelli kapattı. Mahkeme, 37 isim hakkında 5 yıllık siyasi yasak getirirken, bu kapsama giren Parti Genel Başkanı Ahmet Türk ile eski Eşbaşkan Aysel Tuğluk'un milletvekilliklerini düşürdü. DTP dosyasının gündeme alınma zamanlamasıyla demokratik açılım süreci arasında bağlantı kurulmasını eleştiren Haşim Kılıç, "Hukukun yükünü mahkemeler çeker. Siyasetçilerin yükünü de siyasetçilerin çekmesi lazım" dedi. DTP kararını alırken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin İspanya'da kapatılan Herri Batasuna partisi ile ilgili kararını da dikkate aldığını söyleyen Kılıç, isim vermeden Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'in DTP'nin durumunu Batasuna'ya benzeten açıklaması için 'talihsiz açıklama' ifadesini kullandı.

Terör odağı olduğu için
Anayasa Mahkemesi Yargıtay Başsavcılığı'nın 16 Kasım 2007'de 'bölücü eylemlerin odağı olduğu' iddiasıyla DTP aleyhine açtığı davanın esastan görüşmesini 4. gününde tamamladı. 4. günde yapılan 9 saatlik tartışmaların ardından kameraların önüne çıkan Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç, yapılan görüşmeler sonunda, DTP’nin, eylemleri yanında, terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği anlaşıldığından, Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleriyle 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101 ve 103. maddeleri gereğince kapatılmasına karar verildiğini açıkladı.


Türk ve Tuğluk'un milletvekilliği düşecek
Partinin tüzel kişiliğinin kapatma kararının çıktığı andan itibaren geçerli olacağını söyleyen Kılıç, beyan ve eylemleriyle partinin kapatılmasına neden olan ve bu nedenle siyasi yasak getirilenler arasında DTP Genel Başkanı ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk ile Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin karar resmi gazetede yayınlandıktan sonra düşeceğini açıkladı. Tuğluk ve Türk, bağımsız olarak seçime girip TBMM'ye girebilecek, ama herhangi bir parti grubuna üye olamayacak.

Başkanlar bağımsız devam edebilir
Kılıç'ın açıkladığı listede belediye başkanları Necdet Atalay(Batman), Ferhan Türk(Kızıltepe), Selim Sadak (Siirt) ve Aydın Budak (Cizre) yeralıyor. Belediye başkanları İçişleri Bakanlığı kapatma kararını gerekçe göstererem haklarında bir işlem yapmadığı takdirde görevlerine bağımsız olarak devam edebilecek.




Çiçek'in açıklaması talihsiz



Kararı okuduktan sonra davanın zamanlamasına ilişkin yapılan eleştirilere yanıt veren Kılıç, isim vermeden Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'in Herri Batasuna kararıyla ilgili açıklamalarını "talihsiz açıklamalar" olduğunu ifade ederek şunları söyledi:
ELEŞTİRİLERİ GÖRÜYOR GİBİYİM: Karar yazılana kadar Anayasa Mahkemesi ile ilgili belki de yapılacak eleştirileri şimdiden görüyor gibiyim. Bu nedenle mahkememizle ilgili bu karardan önce bazı düşüncelere eleştirilerini olduğunu basın organlarında bizde adım adım izledik. Bunlar içinde demokrasi ve insan hakları alanında tam bir süreç başlamış iken böyle bir sürecin, bu davanın ele alınmasıyla, bu sürecin sabote edildiği, verilecek kapatma kararının siyasi bir darbe olarak nitelendirildiği ve zamanlamasının da siyasi partinin görüşülmesine ilişkin tarihin çok düşündürücü olduğu ifade edildi. Bu eleştirileri biz çok haksız ve acımasız olarak değerlendiriyoruz. Bu dava 2 yılı aşkın bir süredir devam etmekte ve iki yılı birazda geçmiş durumda. İki yıl bu konuda başsavcı ile 141 belgenin eklerine ilişkin çok ciddi eksikler görüldü. Bu eksiklikler raportörler aracılığıyla kapatılmaya çalışıldı. bizim partiye ilişkin gündemi tespit ederken dışarıda sürmekte olan bir demokratik süreci ile ilgili herhangi öngörümüz değerlendirmemiz herhangi bir düşüncemiz asla olmamıştır.

BİR PARTİ TERÖRÜ KULLANAMAZ :Mahkeme hak ve özgürlükler korusunda birey ile devletin menfaatleri ve çıkarları daha doğrusu anayasada koruma altına alınmış değerler arasında bir denge kuran bir kurumdur. Bu dengeyi kuranken tabi ki Anayasaya, yasalara ulusla arası hukuka ve hukukun üstün kurallarına bağlı kararak bu dengeyi korumaya çalışmıştır. Parti kapatmalarla ilgili çağdaş dünyada geçerli olan uluslararası anlaşmaların ve bizim siyasi partiler kanunumuz ifade ettiği ölçüler içerisinde hem ifade özgürlüğünü hem de örgütlenme özgürlüğünü kullanılmasına ilişkin bir takım ölçülerin olduğunu hepimiz biliyorsunuz. Bir siyasi parti terör, şiddet baskı içeren eylem ve söylemleri kullanma hakkına sahip değildir. terör ve şiddet içeren eylem ve söylemlerle barışçıl söylem ve önerilerin birbirinden ayırmak zorundadır.

KAPATMA GEREKÇELERİ: Nitekim AHİM son yıllarda vermiş olduğu kararlarında bu konunun üzerinde çok açık bir biçimde durmuş bununla ilgili önemli ölçüler ve ölçütler yaratmıştır. İşte bunları ifade edecek olursak bir siyasi partinin terör ve şiddete yakınlığı meşru göstermeye çalışması propagandası, övülmesi yardım ve yataklık yapması açık ve gizli onay ve destek vermesi sözleşmeye asla uygun görülmemiştir. Bu konuda verilmiş kapatma kararları sözleşmeyi ihlal olarak nitelendirilmemiştir. Bir parti demokratik ortam içerisinde amacı ve bu amaca ulaşmak için kullandığı araçlarını demokratik toplum değerleriyle uyum içerisinde kullanmak zorundadır. Bu uygunluk yoksa bu siyasi partinin siyasi alanda bir toplum modeli önerme hakkı da yoktur.

TERÖR VE ŞİDDET YÖNTEM OLAMAZ: Bir partinin savunduğu ya da önerdiği inandığı toplumsal projesi ne kadar kutsal olursa olsun yöntem olarak eğer terör ve şiddetle ilişki kurmuş ise bu amacının bence hiç bir anlamı yoktur. Anayasa mahkemesi son yıllarda verdiği kararlarda AHİM’in yapmış olduğu bu kriterleri ciddi anlamda kullanıyor ve buna örnek olarak HAK-PAR kararında bunu uygulamıştır. Terör ve şiddetle olan eylemlerle, barışçıl yöntemleri ayırarak kararlarını bu ölçüde vermeye çalışmaktadır.

SİYASETÇİLERE UYARI: Hukukun yükünü mahkemeler çeker. Siyasetçilerin yükünü de siyasetçilerin çekmesi lazım. Kimse mahkemelerin siyasi bir görev şeklinde bir yardım beklememeli. Bekleme hakkı da yoktur. Siyasi partiler ilgili ve ihtiyaç duyulan anayasal ya da yasal değişiklikleri yapması için her zaman çağrıda bulunduk. Ancak bu çağrıları siyasilere duyurmayı başaramadık. Hemen belirtelim ki bu çağrının içinde siyasi partilerle ilgili gerek anayasal gerekse yasal düzenlemelerde terör ve şiddete ilişkin izin veren bir düzenleme asla yapılamaz herhangi bir çağrımız yok. Çünkü dünyanın hiç bir yerinde terör ve şiddete bulaşmış partiye ifade özgürlüğünde bir hak verilmektedir. Değişiklikler konusunda yaptığımız çağrı tamamen bunun dışındadır.

YILGINLIK YOK: Terör eylemleri itibariyle terörün amacı korku endişe güvensizlik yaratarak toplumun moralini bozmayı amaçlamaktadır. Bozulan bu ortamdan faydalanarak siyasi hedeflerine ulaşmayı amacı gütmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bütün kurumları sistemleri çalışmaktadır. Yılgınlık ve umutsuzluk bu toplumun tarihinde yoktur ve olmayacaktır. Demokrasi sorunlara çözüm bulma sanatıdır. Demokratik ortamda çözüm üretmemek mümkün değildir. Siyasi etnik dinsel tüm farklılıklarımızla birlikte bizlerin yaşama azmini birlikte yaşama azmini ve becerisini göstermek zorunda olduğumuzu altını çizerek ifade etmek istiyorum. Milletimizin terör karşısındaki bu güne kadar gösterdiği asil ve vakur duruşu adeta bir tarih yazmaktadır. 40 yıldır terörü bütün acımasız saldırılarına rağmen birlikte yaşama arzusunu asla kaybetmemiştir.

ÇÖZÜM YERİ MECLİSTİR: Evet zorlu bir süreçte geçiyoruz, sorunlarımız ne kadar ağır olursa olsun çözüm yeri parlamentodur. Parlamento olmalı ve bu inancı asla kaybetmemeliyiz. Siyasi aktörlere bir çağrı yapmak istiyorum öfke ve siyasi gelecek endişelerinde arınarak kaybolan diyaloglar kurulmalıdır. Milletin layık olduğu Demokratik hukuk devletin gerekli kıldığı anayasal ve yasal değişiklikler bir an önce hayata geçirilmelidir. Bu kararın milletimize ve devletimize hayırlı olmasını diliyorum.

BATASUNA ETKİLİ OLDU: Kararımızda ağırlık olarak Batasuna kararı ve ahim kararları etken oldu. Süreç içerisinde çeşitli beyanatlar oldu. Özellikle siyasilerin ve gazetecilerin açıklamaları oldu. Bu açıklamaları talihsizlik olarak görüyorum. Bu tür açıklamalar yapılmaması gerekirken maalesef yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi, AHİM’in verdiği kararları göz gönünde tutulmuştur. Batusuna kararı göz önünde tutulmuştur.

Friday, December 11, 2009

Turkey forecasts return to growth

By Delphine Strauss in Ankara

Turkey’s economy should return to growth by the end of the year, Durmus Yilmaz, the country’s central bank governor, said on Thursday after data showed the severity of the recession easing in the third quarter of the year.

Gross domestic product fell 3.3 per cent year on year in the three months to September, slightly better than expected, but with downward revisions for earlier quarters taking the contraction over the first 9 months of the year to 8.4 per cent.

The central bank has acted aggressively to counter the downturn, cutting interest rates by more than 10 percentage points in the past year as inflation fell to a historical low close to 5 per cent. But economists think the bank has little scope for further easing and may need to raise rates as the global recovery gains pace.

Mr Yilmaz said inflation could be volatile early in 2010 but would undershoot a 6.5 per cent target for the year. He set a new target of 5.5 per cent inflation for 2012.

The government is forecasting growth of about 3.5 per cent in 2010, a sluggish recovery by Turkish standards. Recent data have been mixed, showing a surprisingly strong industrial rebound in October, but little enthusiasm for new investment, and shaky confidence among both businesses and consumers.

“The tide is turning, but slowly,” said Guldem Atabay, economist at ExpresInvest. Timothy Ash, at the Royal Bank of Scotland, said: “Turkey is a fairly dynamic economy, so I would still assume it should lead the regional recovery.”

The faltering economy contrasts with a financial stability that is unusual, by Turkish historical standards. Mr Ash noted earlier this week that prices suggested Turkish five-year credit default swaps were now considered less risky than those of Greece – and several other eastern European and Baltic countries.

The treasury on Thursday announced borrowing plans for 2010, welcomed by analysts, saying it would roll over 99.5 per cent of domestic debt in 2010 and might launch longer-term 10 year lira bonds. It left the door open for a programme with the International Monetary Fund, after more than a year of talks, saying plans would be revised if there were any additional funds from international institutions.

Mr Yilmaz said the central bank would buy government bonds worth 8bn TL ($5.3bn, €3.6bn, £3.3bn) in 2010, essentially replacing its current portfolio. Yarkin Cebeci, economist at JPMorgan, welcomed the confirmation that it “had no intention of helping the Treasury in rolling over its debt”, saying it would improve the bank’s credibility.

Copyright The Financial Times Limited 2009.

Thursday, December 10, 2009

Greek Debt Poses a Danger to Common Currency

By Wolfgang Reuter

As economic indicators have improved, concern about the financial crisis has abated. But the next big problem could be approaching. Greece's public deficit is skyrocketing and the country may become insolvent. The effect on Europe's common currency could be dire.

Josef Ackermann, the CEO of Deutsche Bank, has given the all-clear signal many times in the past. He has repeatedly said that the worst was over, only to see the financial crisis strengthen its grip on the world economy.

Last week, however, Ackermann was singing a completely different tune. Although many indicators are once again pointing skyward, he said at a Berlin summit on the economy, Chancellor Angela Merkel, the assembled cabinet ministers, corporate CEOs and union leaders should not to be deluded. He warned emphatically that the financial situation could deteriorate once again. "A few time bombs" are still ticking, Ackermann told his audience, noting that the growing problems of highly leveraged small countries could lead to new tremors. And then, almost casually, Ackermann mentioned the problem child of the European financial world by name: Greece.
Ackermann isn't alone in his opinion. Practically unnoticed by the public, an issue has returned to the forefront in recent weeks -- one that was a cause for great concern at the height of the financial crisis but then, as optimism about the economy began to grow, was eventually forgotten: the fear of a national bankruptcy in the euro zone. And the question as to whether such a bankruptcy, should it come about, could destroy the common European currency.

Greece was always at the very top of the list of countries at risk. But now the danger appears to be more acute than ever.

Insuring Against Default

The seismographs in the trading rooms at investment banks detected the initial tremors weeks ago. Today, when the code "Greece CDS 10Yr" appears on Bloomberg terminals, a curve at the bottom of the screen points sharply upward. It reflects the price that banks are now charging to insure 10-year Greek government bonds against default.

The price of these securities has jumped dramatically since Greek Finance Minister Giorgos Papakonstantinou announced three weeks ago that his country's budget deficit would reach 12.7 percent of gross domestic product this year, instead of the 6 percent originally forecast -- and well about the 3 percent limit foreseen by European Union rules.

A second curve is the mirror image of the first. It depicts the price of government bonds from the euro-zone country. It points sharply downward.

Greece already pays almost 2 percent more in interest on its debt than Germany. In other words, at a total debt of €270 billion ($402 billion), Greece will be paying €5 billion more in annual interest than it would if it were Germany. And, with rating agencies threatening to downgrade the country's already dismal credit rating, the situation is only likely to get worse.

The finance ministers and central bankers of the euro-zone member states are as alarmed as they are helpless. "The Greek problem," says a senior administration official in Berlin, "will be an acid test for the currency union."

No Buyers Can Be Found

Greece has already accumulated a mountain of debt that will be difficult if not impossible to pay off. The government has borrowed more than 110 percent of the country's economic output over the years, and if investors lose confidence in the bonds, a meltdown could happen as early as next year.

That's when the government borrowers in Athens will be required to refinance €25 billion worth of debt -- that is, repay what they owe using funds borrowed from the financial markets. But if no buyers can be found for its securities, Greece will have no choice but to declare insolvency -- just as Mexico, Ecuador, Russia and Argentina have done in past decades.

This puts Brussels in a predicament. European Union rules preclude the 27-member bloc from lending money to member states to plug holes in their budgets or bridge deficits.

And even if there were a way to circumvent this prohibition, the consequences could be disastrous. The lack of concern over budget discipline in countries like Spain, Italy and Ireland would spread like wildfire across the entire continent. The message would be clear: Why save, if others will eventually foot the bill?

A Domino Effect

On the other hand, if Brussels left the Greeks to their own devices, the consequences would also be dire. Confidence in the euro would be shattered, and the union would face a crucial test. What good is a common currency, many would ask, if some of the member states pay their debts while others do not?

Furthermore, there is a threat of a domino effect. If one euro member falls, speculators will test the stability of other potential bankruptcy candidates. This could destroy the currency union. Because of this systemic risk, say the economists at the Swiss bank UBS, "we believe that if a country is facing a problem with debt repayment or issuance, it will be supported.

A default of a euro-group country doesn't worry the monetary policy hawks at the Bundesbank, Germany's central bank. "So what if Greece stops paying its debts?" one of the executive board members asked at a recent banquet in Frankfurt. "The euro is strong enough to take it." The real threat, he says, is if Brussels comes to the Greeks' aid. "Then the currency union will turn into an inflation union."

But it remains to be seen whether politicians can maintain such an unbending approach. The prices for Greek government bonds plunged once in the past, until then German Finance Minister Peer Steinbrück, to the horror of the Bundesbank, publicly pledged to help the Greeks if necessary. There is much to be said for the government taking exactly the same position today.

Can Bankruptcy Be Prevented?

A national bankruptcy in Greece would have a serious impact on Germany, where many banks have invested heavily in the high-yield Greek treasury bonds -- after borrowing the money to buy the bonds from the European Central Bank (ECB) or other central banks at rates of 1-2 percent. Making money doesn't get much easier -- as long as the Greeks remain solvent.

But can a Greek bankruptcy even be prevented anymore? The answer, at least initially, depends heavily on the ECB. Will the custodian of the euro continue to accept Greek bonds as collateral for short-term liquidity assistance, or will it turn down the securities in the future? Another possibility is a compromise, under which the banks would pay additional interest when they submit Greek bonds.

The next meeting of the ECB takes place on Dec. 17. "The subject will be on the agenda," say officials in Frankfurt. Time is of the essence.

Central bankers in the euro zone are already speculating, behind closed doors, what would happen if the Greeks started printing euros without ECB approval. There is no answer to the question, and that makes central bankers from Lisbon to Dublin even more nervous than they are already.

Massaging Budget Figures

And more mistrustful. In 2004, it was discovered, completely by accident, that Greece had only managed to qualify for entry into the currency union by massaging its budget figures. The Greeks have only complied with the Maastricht criteria once since the introduction of the euro, in 2006.

Even those figures may have been doctored. At the time, the Greeks managed to increase their official gross national product by a hefty 25 percent, partly because they included the black market and prostitution in economic output. This brought down the deficit rate -- on paper, at any rate -- to 2.9 percent.

The figures representing Greece's budget deficit are constantly being revised upward. The most recent uptick, by close to 7 percent, is a record for Europe -- and it comes in a country that was relatively unaffected by the financial crisis. This year, the Greek economy will have shrunk by only 1.2 percent, say Greek economists. Next year they expect the economy to return to grown, albeit modest.

Particularly vexing to the remaining EU countries is the fact that Greece has profited from its EU membership for decades. Year after year, net transfers from Brussels have exceeded payments moving in the opposite direction by €3 billion to €6 billion. These numbers, too, have often been suspect. At times, the land area declared for agricultural subsidies was incorrect, and sometimes approval conditions were not met.

Resolute Words

Nevertheless, EU politicians find their hands tied. "The game is over," the chairman of the euro group, Jean-Claude Juncker, declared recently, only to turn around and assure the country of his solidarity. "I don't have the slightest suspicion that Greece could go bankrupt -- anyone speculating that this will happen is deluding himself," says Juncker.

His resolute words were directed at investment bankers in London, Frankfurt and New York. They know full well that Greece is indeed on the brink of bankruptcy, but they don't know whether the EU will, as Juncker insinuated, come to the aid of member state Greece. Juncker's message, in other words, was that those speculating on a bankruptcy could be left out in the cold.

The EU has now begun a tougher approach to Greece. Three weeks ago, the government in Athens received a rebuke from Brussels, followed by another one last week. So far, however, the Greek government has shown little inclination to take any significant steps. It does intend to reduce the deficit, but only to 9.1 percent next year. This is far too little for many European foreign ministers. As the new Greek finance minister, Giorgos Papakonstantinou, recently announced, the country will need at least four years to get its deficit under control "without jeopardizing the economic recovery."

But by then the government deficit will have reached about €400 billion, or about 150 percent of GDP. Servicing that amount of debt, even at current interest rates of about 5 percent, will make up at least one third of government spending.

A London investment banker is betting on the continued decline of prices for Greek bonds in the short term, while simultaneously waiting for the right time to start buying the securities again. He jokes: "If someone has €1,000 in debt, he has a problem. If someone has €10 million in debt, his bank has a problem. And the bank, in this case, is Europe."